BİZİM ÇOCUKLUĞUMUZ
O yıllarda, önlüklerimiz siyahtı. Televizyonlar siyah beyazdı. Fotoğraflarımız siyah beyazdı. Ama gel gör ki hayatımız adeta renklerin tüm tonlarıyla capcanlıydı.
Evlerimizde çelik kapılar yoktu. Katbekat kilitler de yoktu. Güvenlik kamera sisteminden eser yoktu. Mahallenin sıcaklığı ve samimiyeti bugünkü teknolojiden daha güvenliydi. Mahallemizin Melek teyzesi, hukuk fakültesi mezunu değildi ama küskünlükleri ve dargınlıkları anında çözerdi. Ebeveynlerimizin; “Hocam eti benim, kemiği senin” sözü, öğretmenlerimize olan saygının ve güvenin ne derece zirvede olduğunu özetlemektedir. Ne hikmetse görücü usulü ile evlenen gençlerin, nikâhları ömürlüktü. Bizleri büyütmek ve yetiştirmek için saçını süpürge yapan anne ve babalarımızı, huzurevlerine göndererek acaba kendi huzursuzluğumuza kapı mı araladık?
Herkes çocukluğuna dair bir şeyler bulacağı bu duygu yüklü yazıyı nefesimizi tutup bir çırpıda okumaya başlayalım.
AVM’lerin, süper marketlerin olmadığı, temassız kartlarla ödemelerin yapılmadığı yıllarda, mahalle bakkalları vardı. Bizim mahallenin bakkalı Emin amca’ydı. O yıllar bakkallar sadece bakkal değildi. Bakkal, bakkaldan çok daha anlam yüklüydü. Bakkal, mahallenin emanetçisiydi. Bir yere gittiğimizde ola ki evimize gelen misafir, geri dönmesin diye evin anahtarını bakkalımıza emanet ederdik. Bakkal, mahallenin danışmanıydı. İlk defa evimize gelecek olan misafirimiz, konum bilgisini bakkalımızdan öğrenirdi. Bakkal, mahallenin PTT şubesiydi. Postacı, sevdiklerimizden gelen mektupları bakkalımıza bırakırdı. Bakkal, mahallenin banka şubesiydi. Elimiz dara düştüğünde, ilk önce bakkalımızdan nakit talebinde bulunurduk.
O yıllarda mahalleli birbirlerini tanımanın ötesinde birbirlerinin akrabalarını bile tanırlardı. Mahalleye bir yabancı geldiğinde, kimi aradığı ve mahallede ne işinin olduğu nazik bir şekilde mahallenin büyükleri tarafından sorulurdu. Bananecilik asla yoktu. Yanlışın karşısında dimdik bir duruş vardı ve yanlışa asla müsamaha gösterilmezdi. Yanlış yapma eğiliminde olanlar ise cesaret etmeyi akıllarından bile geçirmezdi. Bu nedenledir ki hırsızlık nedir bilmezdik, taciz nedir bilmezdik, tecavüz nedir bilmezdik, cinayet nedir hiç bilmezdik. Mahallemiz, aynı evlerimiz kadar güvenli yerlerdi. Evlerimizde çelik kapılar yoktu. Katbekat kilitler de yoktu. Güvenlik kamera sisteminden eser yoktu. Mahallenin sıcaklığı ve samimiyeti bugünkü teknolojiden daha güvenliydi.
Pendik Çarşısı ahşap iki katlı bahçeli evlerin çokluğu ile bir başka güzeldi. Çayırova Tren İstasyonundan cam fabrikasına kadar olan alan, elma bahçeleriyle kaplıydı. Çayırova’da bir de ziraat mektebi bulunuyordu. Tuzla, bamya tarlalarıyla adından söz ettiriyordu. Atalar Tren İstasyonundan sahile kadar olan alan; bağ, bahçe ve bostanlarla yeşilin her tonuyla gözlerimizi okşuyordu. Rant uğruna o güzelim verimli alüvyon toprakları beton yığınlarına dönüştürdük. Şimdiler de ise muhtemel İstanbul depremi için kentsel dönüşüme bütçeden trilyonlarca para harcamak zorunda kaldık. Keşke o doğallığı ve güzelliği koruyabilseydik.
O yıllarda gökdelenlerin 60 m2 duvarlarında adeta modern hapishanelerde değildik. Ebeveynlerin çocuklarını bırakacakları kreşler de yoktu. Ama öyle bir mahallemiz vardı ki duvarlarla sınırlı değildi. Sanal âlemde değil sokaklarda, sanal arkadaşlarla değil gerçek arkadaşlarla akşam ezanına kadar doyasıya oynadık. Annelerimizin içi hep rahattı. Yok, çocuğum kaçırılacak mı? Yok, çocuğuma birileri zarar verecek mi? Şeklinde hiçbir endişe duymazdı. Çünkü mahalleli hep birlikte çocuklara göz kulak olur, korur, kollar ve gözetirdi.
Açıklığımızda komşumuz Gülümser teyze, bahçesinden mis kokulu verdiği domatesleri ekmeklerimize katık ederdik. Müzeyyen teyzenin ellerinden yediğimiz salçalı ekmekle ne de güzel doyardık. Bazı günlerde de tadını hala unutamadığımız Remziye teyze, özenerek yaptığı böreklerden bizlere ikram ederdi. Derviş amcanın su kuyusunun tulumbasını hareket ettirerek çıkan suyu kana kana içerdik. Gülzade abla, bahçesinden topladığı erikleri bizlere verirdi. Fazla bir şeyimiz yoktu, ama bereket vardı. Biz öyle mutlu çocuklardık ki…
O yıllarda psikolojik bozukluk nedir bilmezdik. Bir derdimiz olduğunda komşularımızla paylaşır ve iç huzurumuz düzelirdi. Uzun yaz gecelerinde, her gün başka bir komşumuzun bahçesinde oturulur ve çaylarla birlikte tadına doyum olmayacak derin sohbetlerle saatin nasıl da geçtiğinin farkında olmazdık. İyi ki; e-mailler, whatsapplar, faceler, instagramlar, twitterler yokmuş.
O yıllar televizyon yaygın değildi. Bazı yaz akşamları İstasyonda bulunan TCDD’den emekli Tahsin amcanın işletmeciliğini yaptığı yazlık sinemasına tüm mahallili birlikte giderdik. Tahta sandalyelerde film izlenir, ara verildiğinde çamlıca gazozlar yudumlanır ve çekirdekler çıtlanırdı. İkinci bölüm başladığında biz çocuklar ebeveynlerimizin kucaklarında uyuyakalırdık. “Çocuğum hadi uyan, gidiyoruz.” Hatırlatmasıyla filmin bittiğini anlar ve evimizin yolunu tutardık.
Mahallemizde bir de Melek teyzemiz vardı. Mahkeme başkanı değildi ama mahallenin başkanıydı. Hukuk fakültesi mezunu değildi ama hayat fakültesinden mezundu. Nadirde olsa komşular arasında dargınlıklar, küskünlükler gibi nahoş olaylar olduğunda Melek teyze tarafları yanına çağırır ve sorunu suhuletle çözerdi. Mahallede üç günden fazla küslük olmazdı. Melek teyzenin sözünün üstüne söz söylenmezdi. Melek teyzenin kararı kesin karardı. Temyiz edilemezdi. Herkes büyüğünü büyük, küçüğünü küçük bilirdi. Bana karışamazsın bencilliği ve egosu yoktu. Büyükler bal gibi de karışırdı. İşte o yıllarda mahallelerimizin güvenli ve huzurlu olmasının sırrı bu olsa gerek.
Öğretmenimiz bizi bir hatamızdan dolayı uyardığında, yedi sülalemizle birlikte okul basıp öğretmenlere ve okul yöneticilerine hakaret edip kaba kuvvet kullanmazdık. Öğretmenimiz ola ki hafiften kulağımızı çekse, bu durumu evde ebeveynlerimize asla anlatamazdık. Anlatmaya çalışsak azar işiteceğimizi bilirdik.
O yıllarda anne ve babalarımız, “Benim çocuğuma elini kaldıramazsın hatta psikolojisini bozacak bir söz dahi söyleyemezsin.” diye öğretmenle tartışmazdı. Ebeveynlerimiz; öğretmenlerimize, hocalarımıza ve okul yöneticilerine son derece saygılılardı. Bir dönem dillere pelesenk olan “Hocam eti benim, kemiği senin” sözü, saygının ve güvenin ne derece zirvede olduğunu özetlemektedir.
Yaz tatili geldiğinde mahalle camimizde “elif ba” kursuna gider; Yüce Kitabımızı okur, dinimizin esaslarını öğrenir ve namaz başlarını ezberlerdik. Tabi hoca, öğrenemeyenleri falakaya yatıracağı korkusu her ne kadar söylentiden ibaret olsa da yine biz çocuklarda ilk başta camiye gitmede bir koku yaşamadık dersek herhalde yalan olmaz.
O yıllarda 25 m eninde 50 m boyunda ve 1,5 m derinliğinde kapalı havuzların olduğu yüzme kursları yoktu. Ama mahallemizin Adnan abisi vardı. O bizi öyle bir yüzme kursuna götürürdü ki ne boyunu bilir ne enini bilir ne derinliğini bilirdik. Uçsuz bucaksız denizde özgürce üstelik saat sınırlaması olmadan yüzerdik. Nasıl mı? Sıcak yaz günlerinde komşumuzun oğlu Adnan abinin kamyonetine çoluk çocuk cümbür cemaat biner, Eskihisar’a gider ve orada yüzerdik. O yıllar İstanbul’un sahilleri de aynı insanları gibi pırıl pırıl berrak ve tertemizdi.
O yıllarda yuva kuracak gençler, görücü usulü ile evlenirlerdi. Gençler birbirlerini tanıma mukabilinde aileleri birkaç günlük sınırlı süre verirlerdi. Ne hikmetse o yıllarda nikâhlar ömürlüktü. Boşanma nedir bilmezdik. “Bir yastıkta kocamak.” deyimi hayat bulmuştu.
Daha mutlu bir yuva kurabilmek için birbirlerini tanıma adına günlerce, haftalarca, aylarca hatta ve hatta yıllarca gezip tozduktan sonra nikâh salonlarında sevdiklerinin alkışları arasında dünya evine giren gençlerimiz, maalesef ertesi gün soluğu mahkemelerin soğuk duvarlarında alıyor. Acaba biz nerede hata yapıyoruz? Gençmiş yaşantılarımızdan çıkaracağımız dersler olduğunu gençlerimize anlatmak için daha neyi bekliyoruz?
Bizim çocukluğumuzda huzurevleri yoktu. Huzurevi kendi evimizdi. Büyük annemiz ve büyük babamız çocuklarıyla ve torunlarıyla birlikte huzurlu ve mutlu bir şekilde aynı çatının altında hep beraber yaşarlardı. O yıllarda insanlar, anne ve babalarını ömürlerinin son anına kadar yanlarından bir nebze olsun ayırmazlardı.
Büyüklerimiz çocukları ve torunlarıyla birlikte son günlerini mutlu bir şekilde geçirmek isterken, biz onları adı huzurevi olan aslında huzursuzluk evine göndererek, acaba kendi huzursuzluğumuza kapı mı araladık? Günümüz çekirdek ailelerine bir bakalım. Birçok evde iki araba var ve ayda iki maaş girmesine rağmen yine de huzurumuz yok. Boşanmalar düne kıyaslanamayacak kadar arttı. Biz niye bu hale geldik? Kendimize hiç sorduk mu?
Ramazan ve kurban bayramlarını bayram gibi yaşardık. Şimdikilerin yaptığı gibi tatil olur olmaz soluğu; Bodrum, Marmaris, Antalya gibi güney sahillerinde almazdık. Bayram tatilleri; sahillere kaçma fırsatı değil, büyüklerin gönüllerini alma ve küçükleri sevindirme fırsatı olarak görülürdü. Bayram günleri büyükler ziyaret edilir, hal ve hatırları sorulur ve gönülleri alınırdı. Naylon poşetleriyle şeker toplamak için kapı kapı dolaşan çocuklar, harçlıklarla ve ikramlarla sevindirilirdi. Herkesin içini bayram neşesi kaplardı. Biz çocuklar, sanki bayram sabahı farklı bir gün olacakmış heyecanıyla sabaha kadar uykumuz gelmezdi. Ne diyelim çocuk aklı işte.
O yıllarda toplumsal uzlaşma kültürü siyasette de kendini göstermiştir. 1689 Karlofça’dan beri ilk kez toprak kazandığımız Kıbrıs Barış Hareketi, Sayın Ecevit ve Sayın Erbakan Hocanın iktidarda olduğu koalisyon hükümeti tarafından gerçekleştirildi. Hareket öncesi Hükümetin, Kuvvet Komutanlarına, “Harekâta gidersek muhabereyi yürütecek gücümüz var mı?” sorusuna karşın Kemal Kayacan Paşa “Ben Karadeniz çocuğuyum. Bir kayıkla bile gider oraya çıkarım” sözü toplumsal barış ve huzur ortamında, bu necip milletin en imkânsız şartlarda bile ne büyük başarılar elde edebileceğini tüm dünyaya bir kez daha göstermiştir.
Mahallelerde komşular birlik içerisindeydi. Üniversitelerde gençlerimiz kol kola geleceklerinin kariyerlerini yapıyorlardı. Fabrikalarda işçilerimiz, omuz omuza çocuklarının rızkı için çalışıyorlardı. Çiftçilerimiz köylerinde ürünlerini yetiştiriyorlardı. Sokaklarımızda huzur vardı. Üniversitelerimizde huzur vardı. Fabrikalarımızda huzur vardı. Ülkemizdeki bu huzur, birlik, beraberlik, dostluk ve kardeşlik iklimi, emperyal güçleri rahatsız etti ve 70’li yılların sonlarına doğru içimize nifak tohumlarını ekerek üniversiteleri, fabrikaları ve sokakları karıştırdılar. Kardeşkanının aktığı sağ-sol olayları, yakın tarihimizin acı sayfaları arasında yerini aldı.
Bir sonbaharın eylül sabahına diğer günlerden farklı bir güne uyandık. Sabahın sessizliğini sokaklara inen tankların sesi bozuyordu. O tankların paletleri altında abilerimizin gençlikleri ve Ülkemizin de hayalleri ezildi.
Önlüklerimizin siyah, televizyonlarımızın siyah beyaz, fotoğraflarımızın siyah beyaz olduğu; hayatımızın ise renklerin tüm tonlarını üzerimizde barındıran o yıllar 70’li yıllardı. Samimiyetine, sadeliğine, doğallığına, huzuruna, güzelliklerine ve tadına doyamadığımız o yıllar, ömrümüzden geçip gitti.
Bizim çocukluğumuz, başrollerini Cüneyt ARKIN, Erol TAŞ ve Hülya KOÇYİĞİT’in paylaştığı 1977 yapımı “İstasyon” filminin final sahnesinin çekildiği yer olan Gebze İstasyon mahallesinde geçti.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.