Çok kar yağardı, karın tadını çıkarırdık. Günler kısa gelir, gece buz gibi havada, ay ışığında, çift kale maç yapardık. Terimiz donar, ancak üşümezdik.
Köylerde hayat canlıydı, taşımalı eğitim daha icat edilmemişti. Köyümüze henüz elektrik gelmemişti, televizyon yoktu, annelerimizin masalıları ufkumuzu açardı.
Hayali masal kahramanlarını düşünür, bir arpa boyu dere tepe düz nasıl gittiklerini anlamaya çalışırdık. Okullarımız ve öğretmenlerimiz de bir başkaydı. Kar yağarken öğretmenlerimiz bize mevsime uygun türküler söyletirdi! Yani çok pedagojiktiler! İnce ince bir kar yağar fakirlerin üstüne, Neden felek inanmıyor fukaranın sözüne, Gel beraber yaşayalım, sanma ki sana küstüm…
Zihnimizde, masallardaki kahramanlar ile türkülerde bize seslenenler hep kavga ederdi. İlkokulda olduğumuz halde büyüktük. Büyüklerimizin çelişkilerini anlar onları idare ederdik. Anne babalarımız öğretmenlerimize, bizim olmadığımız yerlerde kızardı, aslında biz onu da bilirdik. Sonunda inatlaşma okul boykotu getirmişti de bir yıl okula gidememiştik.
Biz okulu severdik ancak tatil bitince de üzülürdük. Tatilin ilk günü nereye attığımız karnemizi bulamayıp, ikinci dönem için öğretmenimize iade edemeyince, alacağımız cezaya razı gelirdik. Karnelerimiz öyle beş altı sayfa bilgisayar çıktısı değildi, üstüne çorba dökülse bile kullanılabilecek kadar kaliteliydi! İlkokuldan sonra her sabah beş kilometre yürüyerek gittiğimiz ortaokulda, beden eğitimi öğretmenimiz üstüne bir de sabah sporu yaptırırdı.
Askeri disiplin uygulayan öğretmenimiz, 19 Mayıslarda, okulun verdiği beyaz şort ve tişörtü tamamlayacak beyaz spor ayakkabı alamayan bir arkadaşımızı, çarşı boyunca, ibreti âlem için çıplak ayakla yürüterek dersini vermişti! Daha biz okula başlamadan bu hikayeyi bilirdik. “Neden felek inanmıyor fukaranın sözüne,” diye şarkı söyleten öğretmenlerimiz, bize eğitim vermek yerine adeta talim yaptırıyorlardı. Sanki bunu da felek yapıyordu. Siyasi dengeler de bugüne benziyordu. Büyüklerimiz Demirel gelsin başa, Ecevit gelirse açlık olur diye konuşurdu. Hâlbuki çarşıdan sadece çay, şeker, gazyağı, sabun, arada bir kıyafet bir de naylon futbol topu vs. alırdık. Bunlar adamı yok yere astılar (Menderes), bunlardan bu memlekete hayır mı gelir diyorlardı. Böyle bir dönemde bile eğitim ortamına hâkim umut veren bir iklim vardı ülkede. Herkes bir gün ülkenin kendi hayalindeki ülke haline geleceğine inanıyordu. Bugün çok şey kaybettik diyoruz da neyi kaybettiğimizi tanımlayamıyoruz. Galiba, toplum olarak önce öğretmene saygıyı kaybettik sonra da eğitimin hayatla bağını kopardık. Kente gelirken köyde bıraktığımız güzellikleri hatırlar, toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek eğitim içeriğini üretir, bir de birbirimize tahammül edersek, gençlerimizi kaybetmeden, onların duygu dünyalarını yeniden biz yönetiriz. Her şeye rağmen nerede o eski tatiller ve eski okul iklimi diyorum. Ben en çok da çocukluğumuzun o en derinlerinde taşıdığımız büyüklüğü ve milletimizin ferasetine bakmalıyız diye düşünüyorum. Hayırlı ve başarılı bir ikinci dönem diliyorum. Talat YAVUZ Eğitim-Bir-Sen Genel Sekreteri [email protected]