Bir Ruh Macerası yahut Türkiye’de Batılı Eğitim Tarzı-1
“Mürebbiyeler”
Ülkemizde Batı karşısındaki teslimiyetimiz Tanzimat’la başlamış ve bütün kurumlarımızla bazen bir çırpıda bazen ağır ağır Batı’nın ekseni etrafında bir hayat tarzı oluşmuştur. Eğitim kurumlarındaki Batılı anlayışın aileler ile başladığını Batılı mürebbiyelerin kalburüstü ailelerin çocuklarına “dadı” niyetiyle tutulduğunu, kayıtsız şartsız bu çocukların bu mürebbiyelere teslim edildiği gerçeği gözlerden kaçırılmaktadır. Bu çocuklar bu mürebbiyelerin terbiyesinden geçirildikten sonra da azınlıklara ait “kolejlerde” eğitim gördükleri bugün de geçerliliğini koruyan bir durumdur.
Ayşe Şasa ile yapılan mülakatların TİMAŞ yayınları tarafından bir kitap haline getirildiği “Bir Ruh Macerası”nda bu durum bütün gerçekliği ile gözler önüne seriliyor. Ayşe Şasa dönemin varlıklı, ticaretle uğraşan kalburüstü ailelerinden birine mensuptur. Büyük dayısı Rauf Orbay’dır. Ayşe Şasa, Türkiye’de birçok kalburüstü ailelerin çocukları gibi bir Müslüman olarak Yahudi ve Hıristiyan mürebbiyeler elinde büyümüştür. Daha sonra da azınlık okullarından bir kolejde eğitimini sürdürür.
Gelenekle Bağları Kopan Ebeveynler
Ayşe Şasa, ebeveynlerin gelenekle bağlarını kopardığından çocuklarına da eğitim metodu seçerken ciddi yanlışlar yaptığını dile getiriyor. Batı hayranlığı karşısında ebeveynler birçok şeyi birbirinden ayıramıyor. Bu nedenle günümüzde de aynı durum yani Batı sorunu bir eğitim sorunu olarak da karşımızda durmaktadır. Çocuğunun Yahudi ve Hıristiyan mürebbiyeler tarafından eğitilirken İslam dini dışında her şeyin çocuğun zihnine ve kalbine yerleştirildiğini görmekteyiz.
“Zavallı ebeveynim o kadar basiretsiz ki her şeyi yanlış yapıyor; insanların gelenekle bağları kopunca her şey kopuyor, dünya ile bağı da kopuyor, olup biteni algılayamıyor.” (S.43)
“Annem ve babam geçmişe, geleneğe ait; yerli olan pek çok şeyi hafife alan zümreye mensuplar; geçmişlerini hor gören bir anlayışa sahipler. Onlar için Batılı olan, yeni olan, asrî olan her şey istisnasız iyidir.” (S. 23)
Eğitimde Yabancı Kavram ve Kelimeler
Eserde daha okula gitmeye başlamadan bir çocuğun yabancı mürebbiyeler tarafından zihninin nasıl iğdiş edildiği ile ilgili olarak Allah ismi yerine Almanca Gott ismiyle yaklaşıldığı ve bir yabancılaşmanın ilk evrelerinin örneklerinin sunulduğunu görmekteyiz.
“ Shwester Katie bana Almanca Tanrı kavramını (Lieber Gott) aşıladı ve bu kavram bende iyiden iyiye yer etmişti.” (S.33)
“Tanrı’ya kendisine yalvaracak sığınılacak bir Rab olarak, Allah ismiyle değil de Gott ismiyle yakarıyordum. Bu hâl, tam bir yabancılaşma. Giderek içinde yaşadığınız toplum kavramlarıyla, diliyle aranızdaki mesafe giderek açılmaya başlıyor.” (S.33)
“Kadının (mürebbiyenin) verdiği başka cezalar da var. Bir deftere 1000 kere “Ich bin ein Ezel” (Almanca-Ben bir eşeğim) diye yazdırıyor.” (S.39)
Türk ve Mukaddesat Düşmanlığı
Mürebbiyelerin Türk düşmanı olduğu ve mukaddesata karşı lakayt oluşları ilgili olarak da şöyle bir anekdot bulunmaktadır:
“Hiç unutmam… Barbara, Allah’a küfür etti, ağza alınacak bir şey değil. Allah için kötü bir tabir kullandı, kendince lanetledi.” “Şimdiki kafamla daha iyi anlıyorum ki, Barbara’da büyük bir Türk düşmanlığı vardı. Bize tavrına da bu yansıyordu galiba.” (S. 39)
Yahudi, Hıristiyan Mürebbiyeler ve Kendi Kültürüne Yabancı Yetişen Çocuklar
Eserde, daha beş yaşındaki Ayşe’ye Hıristiyanlık masallarının mürebbiyeler tarafından anlatıldığı ve bu tür yabancı kitaplar okutulduğu dile getiriliyor.
“Cadı masalları… Hıristiyanlıkta çok olan bir şey cadı masalları… Böyle bir sürü Almanca kitap… Bize cadı masalları okutuyorlar. İşte uzun tırnaklı, uzun saçlı acuzeler, hortlaklar…” (S.34)
Çocuk Ayşe’nin Hıristiyan dadısı tarafından Alman Hastanesi’ndeki paskalya şenliğine götürüldüğünden söz edilmektedir. Müslüman bir çocuğun Hıristiyan ve Yahudi mürebbiyelerin elinde zebun oluşunun acı hikâyesi eserde görülmektedir.
“Schwester Katie de diğerleri gibi beni bir takım ayinlere götürüyor. Mesela Alman Hastanesi’ndeki paskalya şenliklerine götürüyor. Zihnim Hıristiyan ayinlerine ait imajlarla doluyor. Katie Yahudi olduğu halde Hıristiyan meslektaşlarıyla iyi arkadaş… Kim bilir hangi etkilerle… Belki Yahuduliğin verdiği bir aşağılık duygusudur bilemeyeceğim, Hıristiyan kültürüne prim veriyor.” (S.34)
“Cehennemî bir hayat… Ecnebi dadıların hegemonyası altındayım, beş yaşıma kadar bana bakan Macar Yahudisi Frau Katie, diplomalı ve iddialı bir bakıcı. Aşırı bir disiplin merakı var; benimle Almanca konuşuyor. Katie’den ana olunca, anadilim de neredeyse Almanca oluyor. Sonraları, bir hayli zaman Türçe konuşurken zorlandım; anadilimi öğrenmek epey zamanımı aldı, çok çaba sarf ettim.” (S.26)
Kiliseye Götürülen Müslüman Çocuklar
Eserde Ayşe Şasa daha ilkokuldayken Hıristiyan mürebbiye tarafından kiliseye götürülüşünü şu şekilde anlatıyor:
“Barbara, Taksim’deki kiliseye götürüyor bizi. Çarmıha gerilmiş İsa ikonu önünde mum dikiyoruz; unutamadığım bir sahnedir. Ben bu sapsarı, üzeri kan pıhtılarıyla dolu bedenle müthiş bir özdeşlik kurmaya başlıyorum. Demek ki, küçük çocukları böyle endoktirine ediyorlar Hıristiyan dünyasında. Bugün bunu çok iyi anlıyorum, çünkü ben de bu süreçten geçtim. Yani İsa’nın bedeniyle, İsa’nın varlığıyla, İsa’nın acısıyla özdeşlik kuruyorsun. Daha sonra bu, etkisinde kalacağım Hıristiyan literatürünün de oturacağı bir zeminin hazırlayıcısı oluyor. Bir suçluluk ve eziklik hali; süfli bir ruh hali…” (S.43)
İslâm’dan Habersiz Çocuklar
Ayşe Şasa eserde, İslâm’dan ve Türk kültüründen tamamen uzak bir çocukluk devresi geçirdiğini itiraf ediyor. Günümüzde de maalesef dinin özü itibari ile anlaşılması gereken hususlar dışında ne varsa bu bir algı ile zaman içinde bir nefrete dönüştürülüyor.
“Bayramlarda ziyarete götürürdü ailemiz bizi, büyüklerin, yaşlıların elini öpmeye götürürlerdi; bundan nefret ederdim. Ramazan’ın yaşanmadığı, anlamının hiç bilinmediği bir ortamda, bir çocuğun bayramı kavraması, ona mana kazandırması mümkün değil… Aniden bayram diye bir şey ortaya çıkıyor; elbiselerini giydiriyorlar, büyüklerin ellerini öpmeye götürüyorlar. Kupkuru; ritüel var, fakat hiçbir mana yok…”
“Hayır, Kurban bayramında kurban kesilmezdi, böyle bir şey yoktu. Sadece bayramlarda büyüklere el öpülmeye gidilirdi ve dediğim gibi ben de bunlardan nefret ederdim. Bayram geliyor diye saçımı başımı yolardım.” (S.25-26)
“Bir Ruh Macerası’nı okuyacak olanlar eserde daha fazlasını bulacaklardır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.