Sivil Toplum Kurumu mensubu olmak, toplumun derdi ile dertlenmek demektir. Kanayan bir yarayı tedavi etmek demektir.
Derdi olan seni arar bulur. Tıpkı Hz. Ömer’e dul bir kadının söylediği sözleri gibi. Bu olayı Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy Safahat adlı eserinde ‘’Kocakarı ile Ömer’’ başlığı ile yazdığı şiirinde hikaye eder.
Olayın hulasası şu; Hz. Ömer’in halifeliği zamanında bir çadırda yaşayan yaşlı, fakir bir dul kadın üç torununu doyuramaz haldedir. Yine gecelerden bir gece Hz. Ömer Medine halkı uykudayken sokakları gezmeye ve kontrol etmeye çıkar. Halife kadının durumundan bihaberdir. Tevafuk eseri bu gece yolda Peygamber Efendimiz’in amcası Hz. Abbas bin Abdulmuttalip’e rastlar ve onunla gece Medine sokaklarında gezerken, çadırdan gelen sesleri duyarak oraya gider.
Kadın ‘’Oğlum’’ dedi Halife Ömer'e ‘’sen şu ateşte kaynayanı yemek mi pişiyor sandın; ne gezer!.. Yavruları avutabilmek için çakıl koydum tencereye; durmadan kaynatıyorum. Pişirecek hiç bir şey yok. Bu gördüğün yavrular benim, anasız babasız yetim torunlarımdır. Oğlum, kocam ve kardeşlerimin her biri bir muharebede şehit düştüler. Evin geçimini temin edecek bir erkeğim yok. Ben de hem yaşlı ve hem de kadın halimle takatim kalmadı. İşte böyle aç ve perişan kaldık. Soylu bir aileden varlık içinde büyümüş ve yokluk nedir hiç bilmemiş bir kızı olduğum için kimseye gidip halimi anlatmaya, el açıp bir şeyler dilenmeye de yüzüm tutmuyor. Her şeyi bilen yüce Allah (c.c.) bir sebebini yaratıp rızkımızı gönderinceye kadar böyle ağlayıp beklemekten başka çaremiz yok.’’
Hz. Ömer (r.a.) kadını dinlerken yanmakta olan bir mum gibi eriyor, yüzü renkten renge giriyordu. Kadının sözünü bölerek üzgün bir sesle ‘’valide, şehirde oturan müslümanların emirine, Halife Ömer'e neden başvurup durumunu anlatmıyorsun?’’ diyebildi.
O ana kadar kesintisiz olarak gözyaşı döken kadının derin üzüntüsü yerini anlatılmaz bir kin ve kızgınlığa bıraktı. Hiddetten kararan bakışlarını Halifeye dikerek şu sözleri söyledi;
‘’Dilerim ki o Halife Ömer daha dünyada iken bulsun. Ahirette de elim yakasından kopmasın.’’
Hz. Ömer (r.a.) kekeleye kekeleye ‘’Niçin Ömer'e böyle beddua ediyorsun valide! Onun bu işte günahı nedir?’’ dedi.
Kadın aynı kızgınlıkla bu sözlerin cevabını yetiştirdi: "evladım!.. Ben şu ihtiyar halimle iki günden beri gece gündüz demeyip yetim avuturken o nasıl rahat yatağında uyuyabilir? O, müslümanların reisi, baş bekçisi değil mi? Bizler evvela Allah'a sonra da onun eline emanetiz. Gelip de benim halimi nasıl sormaz. Müslümanların reisi olmayı böyle kolay mı sanıyor!.."
Hz. Ömer önce üzülür, ardından hemen eve dönüp bir çuval unu kendi sırtında taşıyarak kadının yanına döner ve orada kendi elleriyle ateşi yakan Hz. Ömer açlıktan ağlayıp bağıran çocukların karnını doyurur ve ancak o anda rahata kavuşur…
Bu gün elbette bir Hz. Ömer yok ama hiyerarşik bir silsile ile sorumlu amirler var. Elbette bu hikayedeki taş kaynatan bir yaşlı kadın yok ama evine, çoluk-çocuğuna helal lokma götürmek isteyen, rızık peşinde olan binlerce insan var.
Milli Eğitim’in Pendikte yaptığı sınavlarda görev alacak öğretmenlerle ilgili sıkıntılar bir türlü bitmedi. Adil bir uygulamaya geçilemedi.
Geçtiğimiz yıllarda yazılı sınavların yapılacağı okullar hep belirli okullarda ve oradaki görevli öğretmenlere çıkardı. Örneğin; A, B, C, D okullarına sürekli sınav görevi çıkardı. Diğerlerinede senede bir veya iki defa (lütfen) görev çıkardı.
Bu durumu Eğitim-Bir Sen İstanbul 4 No.lu Şube olarak masaya yatırdık ve Şubat Ayı 2013 ilk haftasında ‘’Pendik İlçe Milli Eğitime Sınavlarda adil uygulamaya geçilmesi için’’ yazı yazdık. Şube Başkanımız Talat Yavuz imzasıyla.Akabinde ‘’Duyuru Gazetesinde’’ Haber olarak yayınlandı.
Geldiğimiz noktada her okulda öğretmenlere bir imza sirküsü çıkarılıyor. ‘’Önümüzdeki hafta yapılacak sınavlarda görev istiyormusun, istemiyormusun?’’
Öğretmenler istiyorum diye imzalıyor. Fakat bir yılda bir defa ya geliyor, veya gelmiyor. Artık pek çok öğretmen bu imza sirkülerine ‘’Sınavda görev istemiyorum’’ yazıyor.
Uygulamadan Şube Müdürleri memnun değil. Öğretmenler memnun değil. Bir yıl öncesindeki A,B, C, D okullarının yerine, E, F, G, H okulları türetildi. Bu konuda, Eğitimcilerin rahatsızlığı dinmedi.
Yetkilileri dinliyoruz; Efendim biz bir sistem satın aldık. Onu uyguluyoruz, Listeleri Milli Eğitim’e gönderiyoruz. Orada da hep listenin üst tarafındaki okullar veya kişiler görevlendiriliyor! Sistem değiştirdikçe önceki görev alanların görev aldığına dair puanları sıfırlanıyor.. gibi’’ gerekçeler ileri sürülüyor.
Bu gerekçeler yapılan yanlışlıkların, haksızlıkların sonunu getirmiyor. Bir defa yanlışlıklar yapıldımı alışkanlık oluyor.
Gece uyurken Nasreddin Hoca’nın sakalı içinden bir fındık faresi geçmişti. Hoca, yeri göğü inletmeye başlar. -Nerden çıktı bu fare, hiç fare yoktu bu evde, bizim kedi uyuyor mu, neden yakalamadı bu fareyi?
Hoca’nın yanında uyuyan karısı uyardı; -Çok bağırma komşuları uyandıracaksın. Alt tarafı küçük parmağım kadar bir fındık faresiydi, geçti gitti işte. Hadi uyu, uykun kaçmasın. Fare komşulardan geçti herhalde, Temizlik yapıyorlardı; buraya kaçmış olacak...
Hoca hışımla yataktan kalktı: -Komşulara gidiyorum, farelerine sahip çıksınlar. Bizim ev, farelerin yuvası değil!
Karısı: -Delirdin mi sen Hoca, Saat gecenin yarısı. Bu saatte komşuya gidilir mi?
Hoca da karısına söyleniyordu; -Gidilir, gidip önlemimi almazsam bizim sakal, fındık farelerine yol olur.
Dileriz bu uygulamalardaki hatalar ‘’Otoban’’ olmadan önlem alınır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.