Kudüs… Kadim şehir, kutsal şehir…
Rüyalarımızın şehri, hayallerimizin şehri, edebiyatımızın şehri, şairlerimizin şehri, şiirimizin şehri, kalbimizin şehri Kudüs…
Kudüs bu vasıflarıyla ve haiz olduğu daha birçok kıymetiyle asırlardır insanlığın hep gündeminde oldu, medeniyetin gündeminde oldu. Tarihe konu oldu, sosyolojiye konu oldu Kudüs… Ve yine yukarıda zikrettiğimiz üzere edebiyata, şiire konu oldu Kudüs.
Kudüs’ü ele almak, hele de edebiyatımızda Kudüs gibi oldukça geniş ve derin buutlu bir konuda yazmak hiç de kolay bir iş değil. Her kişinin harcı değil bu. Elhak, bizim de harcımız değil. Bunun şuurundayız ve bizim maksadımız mezkûr mevzunun bir ucuna dokunmak, ve dahi hallimizce Kudüs özelinde bazı hususlara dikkat çekmektir.
Dediğimiz gibi mevzu çok derin ve oylumlu. Dolayısıyle mevzuyu bütün boyutlarıyla ele almak hem bizi, hem de mecmuada bize bahşedilen sınırları aşar. Bu sebeple konuyu sınırlandırarak anlatmak istedik ki anlatacaklarımızı şöylece tasnif edebiliriz:
Evvela, Kudüs’ün edebiyatımızda yer almasının sebeplerine ve temellerine bakacağız.
Saniyen eski edebiyatımızda Kudüs’ün ele alınışına göz atacağız.
Salisen günümüz Türk edebiyatında Kudüs konusunu kimlerin işlediğine, kimlerin de görmezden gelip “pas geçtiğine” değineceğiz.
Tabii ki tüm bunları anlatırken mevzu hakkında naçizane düşüncelerimizi, cahil cesur olur hükmünce, serdetmeye çalışacağız.
Kudüs, dünyanın en eski şehirlerinden biri. Sadece bu vasfı bile onu, diğer şehirlerden farklı kılmaya ve bir adım öne geçirmeye, dolayısıyle tarihe, medeniyete konu teşkil etmeye yettiği gibi, edebiyat için de eşi bulunmaz bir değer kılar. İkincisi ve daha önemlisi ise Kudüs’ün dinî hüviyetidir. İbrahimî dinlerin beşiği olan Kudüs, bu yönüyle bütün insanlığın gözbebeği bir şehirdir ve edebiyata mevzu olması tabiidir. Bu sebeple sadece bizim edebiyatçılarımız değil, birçok Batılı yazar ve şair de Kudüs’ü işlemiştir eserlerinde. Bizim eski edebiyatımızda da, hem bazılarının klasik Türk edebiyatı dediği divan edebiyatında hem halk edebiyatımızda hem de tasavvufî edebiyatımızda Kudüs hakkında yazıp söylemiştir ediplerimiz, şairlerimiz, ozanlarımız.
Son dönem Türk edebiyatında ise Kudüs, Türkiye’de yaşanan zihnî ve siyasî ayrışmalara paralel olarak ve bu ayrışmadan “Müslüman” kimliğiyle öne çıkan edebiyatçılar tarafından daha çok ele alınır olmuştur. Diğer cenahta kalan edebiyatçılar, ki bunlar Kemalist, sosyalist, liberal ya da milliyetçi olarak tavsif edilebilir, kendilerince bazı dinî, siyasî ve ideolojik endişelerle Kudüs konusundan uzak durmuşlar, eserlerinde işlemekten imtina etmişler, bu vadiyi Müslüman kimlikli edebiyatçıların inhisarına terk etmişlerdir.
Bu noktada, Kemalist, sosyalist ve liberal edebiyatçıları dışarıda bırakarak, özellikle Müslüman kimlikleriyle bilinen şair ve yazarların Kudüs konusunu ele alış tarzları ile milliyetçi kimlikleriyle temayüz eden edebiyatçıların Kudüs konusuna mesafeli duruşları üzerinde durmak gerekir. Aynı kaynaktan beslenen edebiyatçılarımızın bir kısmı, yani Müslüman vasfı öne çıkanlar, Kudüs konusunu bu kadar işlerken, bu konuyu bir “dava” haline getirirken; yedeğinde İslamî kimliklerini de taşıyan, İslamdan da vazgeçmeyen milliyetçi edebiyatçılarımız Kudüs’ü neden görmezden gelmektedirler?
Mahcubiyetten midir, riyadan mıdır, her ne ise, kimse bu cevabı kendine bile itiraf edememektedir.
Oysa sorunun cevabı bellidir. Müslüman kimlikli edebiyatçılar da, milliyetçi kimlikli edebiyatçılar da olaya objektif ve akılcı bir tarzla değil, subjektif, önyargılı ve en mühimi, tepkici bir yaklaşımla eğilmekteler.
Bir taraf, yani kendilerini sadece Müslüman olarak tanıtan edebiyatçılar; kendini farklı kılmak, safını belli etmek için Kudüs’ü abartılı denecek kadar bir dozda ele almakta, onu hayatının yegâne davası olarak sunmakta ve bunu da çoğu zaman şuursuzca yapmaktadır. Bu cenah için Kudüs; sadece ve sadece kaybedilmiş ama mutlaka alınması gereken bir şehirdir. Ancak burada bir handikap var ki mesele burada düğümlenmektedir. Çünkü bu cenah için Kudüs’ün üzerinde durulması gereken tek yönü, elimizde olmayışıdır. İslamcı yazarların, şairlerin eserlerinde hep bir ağıt havası vardır. Yani haşa, eskaza Kudüs tekrar Müslümanların eline geçerse, ağıt yakmaya alışkın oldukları ve sadece onu bildikleri için artık Kudüs hakkında söyleyecekleri sözlerinin olmadığı intibaı uyandırmaktadırlar. Olay, onların eserleri için söyleyecek olursak, “edebiyatta Kudüs” olmaktan çıkıp “Kudüs edebiyatına” evrilmiştir. Hatta abartırsak, sanki bu cenah, Kudüs tekrar özgürlüğüne kavuşursa, elinden oyuncağı alınmış çocuk misali “Biz şimdi neyin edebiyatını yapacağız?” diyecek gibidirler.
Esasında, yazının da özünü ihtiva etmesi bakımından “Kudüs edebiyatı”nı biraz daha açmak isterim. “Bir mevzuyu bir edebî eserde ele almak” ile “bir mevzunun edebiyatını yapmak” malum çok farklı şeyler ve birincisi üzüm yemek, diğeri de bağcıyı dövmek olarak tefsir edilebilir. Yahut, birincisi ele alınan mevzuya değer katma, onu bir çözüme kavuşturma gayreti; ikincisi ise ele alınan mevzudan istifade etme, nemalanma olarak düşünülebilir. Ne yazık ki zikrettiğimiz cenahın bazı mensupları ikinci kategoriye girmekteler. Âdeta, “Hiç bitmese Kudüs’ün bu esareti de biz de bol bol edebiyatını yapsak” der gibiler.
Yine bu cenaha mensup şairler, yazarlar yine safını belli etmek, diğerlerinden farklı olmak uğruna Türk dünyasını ısrarla görmezden gelmekte, mesela Türk dünyasındaki bir zulme, hem de İslamî kimliklerinden dolayı Türklere yapılan zulümlere sessiz kalmakta ya da lütfen kabilinden cılız tepkiler göstermekte, İslam ile Araplığı bir tuttukları gibi, Türklük ile İslamlığı da ayrı görmek gibi bir yanlışa düşmekte ya da en azından öyle bir görüntü vermektedirler.
Diğer cenah, yani milliyetçi kimlikli şair ve yazarlar için de içeriği farklı olmakla birlikte aynı şeyleri tersinden söylemek mümkündür.
Onlar da “milliyetçi” kimliklerine halel gelebileceği, diğer cenahla karıştırılabilecekleri endişesiyle Kudüs konusuna pek dokunmamakta ya da “ayıp olmasın” diye mahcup tepkiler vermektedirler. Çünkü onlar “milliyetçi”dir ve milliyetçinin alamet-i farikası, zinhar İslamcılara benzememek, onların yaptığını yapmamaktır. Onların da mühim bir kısmı diğerleri gibi milliyet ile dini karıştırmakta; bir insanın hem Türk hem Müslüman olabileceği basit gerçeğini ıskalamakta, İslamın Türklüğe mani olmadığı gibi Türklüğün de Müslümanlığa mani olmadığını idrak edememektedir.
Kudüs, Türkiye’de yaşayan her insan için ilgi duyulması, bigâne kalınmaması gereken bir mevzudur. Bu ilginin tarihî, dinî, siyasî ve sosyolojik birçok sebebi vardır. Bu bakımdan en azından tarihî ve siyasî sebepler milliyetçi aydın ve edebiyatçıların Kudüs konusuna eğilmelerini gerekli kılar. Ancak onların Kudüs’e mesafeli olmaları için kendilerince bir sebepleri vardır ki o da herkesin malumu olan “Arapların bizi arkadan vurması” ezberidir. Milliyetçi aydınlar ve edebiyatçılar, kendilerine itiraf edemeseler de, bunun bir sebep değil, bahane olduğunun farkındadırlar ve bu yüzden onlara bu ezberin bir geçerliğinin olmadığını anlatmanın bir manası yoktur.
Hülasa, Kudüs bizim bir parçamız. Türk’üm diyen, Müslümanım diyen her ferdin ilgi duyması gereken bir şehir. Bizim şehrimiz, bizden bir şehir. Ancak Türkiye mozaik… Her yapıdan, her meşrepten insan var. Birileri; seküler yapıları, ideolojileri sebebiyle Kudüs’ün mahzunluğundan, esaretinden rahatsız olmaz, belki de haz bile duyar. Onların ne edebî eserlerinde, ne gündelik hayatlarında Kudüs yoktur. Birileri var; Kudüs’le ilişkisini bilir, bağını bilir ancak birileriyle bir görünmemek için imtina eder, çekinir. Arada bir vicdanının sesine kulak verir ve mahcup da olsa sahip çıkar Kudüs’e.
Ve birileri var… Kudüs’ü sever… Çok sever… Şiirinde Kudüs vardır, ilahisinde Kudüs vardır, lakin şuur azdır, muhakeme azdır… Kudüs’e ağıt yakar daima. Ama Kudüs’ün bu hale nasıl geldiğine, onu özgürleştirmek yolunda neyin nasıl yapılması gerektiğine kafa yormaz. İyi niyetlidir, saftır… Ama dediğimiz gibi saftır ki bundan yaklaşık otuz yıl önce bu satırların yazarı henüz 16 yaşında iken katıldığı “Filistin’e Destek, Kudüs’e Özgürlük” mitinginde işte böyle iyi niyetli ama saf bir vatandaşımızın “Kahrolsun Filistin!” diye bağırdığına şahit olmuştur.
Velhasıl, bize lazım olan edebiyatta, sanatta Kudüs’ü ele almak, onu incelmiş bir zevkle işlemek. Yoksa “Kudüs edebiyatı yapmak” değil.
Öğr. Gör. Burhanettin Çakıcı
Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi
Bişkek-Kırgızistan
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.